27 Ekim 2014 Pazartesi

Orkide

Güzelliğiyle ve ihtişamıyla büyüleyen Phalaenopsis orkide, birçoğumuzun evini süslüyor. Peki evde orkide bakımına dair neler biliyorsunuz? Orkide Bakımı hakkında bilinmesi gerekenleri bu yazımızda sizlerle paylaşacağız.
Orkide çiçeği alacağımız zaman ilk olarak bu gösterişli çiçeğin goncalı, yeşil ve dik yapraklı olmasına dikkat etmemiz gerekir. Bunun nedeni, gonca sayısıyla çiçeğin ömrünün doğru orantılı olmasıdır.
Aldığımız orkidenin uzun ömürlü olması için ayrıca, evlerde ya da ofislerde aydınlık ama direk güneş ışığı almayan, cama yakın yerlere konulması gerekir. Klimanın yakınlarında olması ise orkide bitkisi için son derece zararlıdır.
Şeffaf renkli orkide saksısı, mümkün olduğunca değiştirilmemelidir. Toprağı özel bir karışımdır ve bunu piyasadan elde etmek bir hayli zor bir iştir. Saksının şeffaf renkli olmasının nedeni ise çiçeğin üst kısımları kadar köklerinin de güneş ışığına ihtiyaç duymasıdır.
Orkide çiçeğinin sulaması bir diğer dikkat edilmesi gereken konulardandır. Sulama, haftada iki defa olmalıdır. Temiz, oda sıcaklığında ve bir su bardağı ölçüsündeki su, orkide için idealdir. Yine haftada bir veya iki kez orkidenin yapraklarına su püskürtmek de çiçeğin nem ihtiyacını karşılamasına yardımcı olur.
Orkidenin ömrü, normal şartlar altında üç ya da dört aydır. Bu süre sonunda çiçekler açılımını tamamladıktan sonra, boğumlu olan gövdesi yukarıdan budanarak tekrar çiçek açması sağlanabilir. Fakat budama sonrasında açık kalan kısımların da alüminyum folyo ile kapanması gerekir.
Orkide çiçeğinin en çok tercih edilen rengi beyazdır. Ama lila ve pembe renkli orkideler de rahatlıkla bulunabilir.
Otellerde ve restoranlarda masa çiçeği olarak kullanılan küçük orkidelerin de bakımı, büyük orkidelerle hemen hemen aynıdır. Pembe ve bordo renkli küçük orkideler en çok rağbet gören çeşitleridir.
Son olarak orkide çiçeği saksısından zamanla taşan köklerin, görüntüyü bozduğu gerekçesiyle kesinlikle kesilmemesi gerekir. Aksi takdirde orkide çiçeği fazlasıyla zarar görecektir.

23 Ekim 2014 Perşembe

Su

SU İÇMEK NEDEN BU KADAR ÖNEMLİDİR?

  • Beyin fonksiyonlarımız için gereklidir.
  • Vücut sıcaklığını düzenler.
  • Kanımızın %83’ü SU’dan oluşur.
  • Toksinleri temizler.
  • Kemiklerimizin %22’si SU’dur.
  • Eklemlerimizi korur. (Eklem Sıvıları)
  • Besin ve oksijeni hücrelerimize taşır.
  • Nefesimizi nemlendirir.
  • Metebolizmanın düzenli çalışmasında çok etkilidir.
  • İç organlarımızı korur.
  • Aldığımız gıdaların sindirimine yardımcıdır.
  • Kaslarımızın %75’i SU’dur.
Su nedir ve Suyun önemi
Su canlıların yaşaması için hayati öneme sahiptir. En küçük canlı organizmadan en büyük canlı varlığa kadar, bütün biyolojik yaşamı ve bütün insan faaliyetlerini ayakta tutan sudur. Dünyamızın %70′ini kaplayan su, bedenimizin de önemli bir kısmını oluşturmaktadır. Ancak yeryüzündeki su kaynaklarının yaklaşık %0.3′ü kullanılabilir ve içilebilir özelliktedir.
Dünya nüfusunun %40′ını barındıran 80 ülke şimdiden su sıkıntısı çekmektedir. 1940-1980 yılları arasında su kullanımı iki katına çıkmıştır. Nüfusun hızla artması, buna karşılık su kaynaklarının sabit kalması sebebiyle su ihtiyacı her geçen gün artmaktadır.
Dünyadaki mevcut suyun hacmi 141 milyar m3 tür. Bu miktar dünya yüzeyini 3 km. kalınlığında bir tabaka halinde sarabilecek büyüklüktedir.
Bu suyun % 98′i okyanuslarda ve iç denizlerde bulunmakta, fakat tuzlu olduğu için, içme suyu olarak kullanıma, sulamaya ve endüstriyel kullanıma uygun değildir. Dünyadaki suların ancak %2.5′i tatlı sudur. Bunun da %87′si buzullarda, toprakta, atmosferde, yeraltı sularında bulunur ve kullanılamaz durumdadır.
İnsanoğlu, su ihtiyacını yüzeysel sular ve yeraltı su kaynaklarından temin etmektedir. Tatlı suların en önemli kaynağı yağışlardır. Küresel yıllık yağış 500 bin m3 olup, her yıl yeryüzüne inen yağış aynı miktardadır.
Ülkemizde ise tatlı su kaynakları oldukça sınırlıdır ve ihtiyaca ancak cevap vermektedir. Türkiye’nin kullanılabilir su potansiyeli 110 milyar m3 olup, bunun %16′sı içme ve kullanmada, %72′si tarımsal sulamada, %12′si de sanayide tüketilmektedir.
Kişi başına düşen su kullanımı, toplumun gelişmişlik seviyesiyle doğru orantılıdır. Gelişmiş ülkelerde bu oran oldukça yüksek olmasına rağmen, gelişmekte olan ülkelerde ise düşüktür. (ABD’de 1692 m3, Avrupa’da 726 m3, Afrika’da 244m”tür.)
Dünyanın yıllık yağış ortalaması 1000 mm olup, Türkiye’nin yıllık yağış ortalaması ise 643 mm. dir.
Türkiye su kıtlığı çeken ülkeler arasında yer almamakla birlikte, hızlı nüfus artışı, kirlenme ve yıllık yağış ortalamasının dünya ortalamasından düşük olması; mevcut kaynakların daha dikkatli kullanılmasını ve kirlenmeye karşı gerekli tedbirlerin bir an önce alınmasını gerektirmektedir.

SU OLMASAYDI
Yeryüzünde en bol bulunan maddelerden biridir ve yaşamın temelidir. Eğer su olmasaydı yaşam da olmazdı. Denizler ve okyanuslar yeryüzünün yaklaşık onda yedisini kapla; toprakta, atmosferde ve bütün canlı varlıklarda su vardır. İnsan vücudunun yaklaşık üçte ikisi Sudan Oluşu; ayrıca yiyeceklerin, özelliklede sebze ve meyvelerin büyük bir bölümü de sudur.


Güneşinısısı deniz suyunun yüzeyinde buharlaşmaya neden olur ve su buharlaşıp öbür mineraller kalır ve bu mineraller altaki suya karışır. Denizlerin buralara dökülen ırmaklardan çok daha tuzlu olmasının sebebi budur.
içme sularının kolayca içilebilmesi için de suyun belirli ölçülerde çözünmüş gaz ve mineralleri içeriyor olması gerekir.
Dünyadaki yaşamın varlığı suya bağlıdır. Güneş ısısı suyu buharlaştırır; buharlaşan su, damlacıklardan oluşan bulutlar halinde atmosferde kümelenir. Bu kütleler yeterli bir büyüklüğe ulaşınca yağmur, dolu ya da kar halinde yeryüzüne iner ve yaşamın sürmesini sağlar. Buna yağış denir; suyun toprağa işlemesi de bu süreçte olur. Bitkiler suyu topraktan soğurur ve bunun belirli bir bölümünü terleme denen bir süreç sonucunda tekrar atmosferde bırakır. Buharlaşma, yağış ve terleme su çevrimini oluşturur.
Yağan yağmur ve akan sular yeryüzünü zaman içinde değişikliğe uğratır. Dev barajların yardımıyla suyun bir bölümü denize dökülmeden önce tutulabilir. Bu yapay depolarda toplanan sudan yararlanılarak elektrik üretimi için kullanılan su Türibinleri Çalıştırılabilir, kasaba ve kentlerin su gereksinimi karşılanabilir.

Güneş Sistemi’ndeki diğer 63 gök cisminden hiç birinde yaşamın temel şartı olan suyun bulunmadığını biliyor muydunuz? Oysa yeryüzünün büyük bölümü sularla kaplıdır. Okyanuslar ve denizler Dünya yüzeyinin toplam dörtte üçünü meydana getirir. Öte yandan karalarda da sayısız göl ve nehir vardır. Yüksek dağların zirvelerini kaplayan kar ise suyun donmuş halidir. Dünya’daki suyun önemli bir bölümü de gökyüzündedir; bulutların her birinde binlerce, bazen milyonlarca ton su bulunur. Bu suların bir kısmı da zaman zaman damlalar halinde yere iner, yani yağmur olur. Şu an solumakta olduğunuz havanın içinde de mutlaka belirli miktarda su buharı vardır.

Yağmurlar, denizler, nehirler, akarsular, okyanuslar, musluğu açtığınızda akan içilebilir su… İnsanlar suyun varlığına o kadar alışıktırlar ki yeryüzünün büyük bölümünün sularla kaplı olmasının önemini belki de hiç düşünmezler. Oysa su uzayda gerçekten de çok nadir rastlanan bir bileşimdir. Bu nedenle bilinen bütün gök cisimlerinin içinde yalnızca Dünya’da suyun bulunuyor olması, üstelik de bu suların içilebilir nitelikte olması son derece önemli bir konudur.
Susuz bir hayatın var olabilmesi mümkün değildir. Su, hayatın temeli olması için özel olarak tasarlanmış, her türlü fiziksel ve kimyasal özelliği ile hayat için yaratılmış bir maddedir. Yeryüzündeki milyonlarca çeşit canlı su sayesinde hayatlarını sürdürür, yaşam için gerekli olan dengeler de suyun varlığı sayesinde devamlılığını korur.
Suyun Şaşırtıcı Özellikleri
Suyun özellikle ısıyla ilgili (termal) özellikleri dünya üzerindeki canlı yaşamının sürekliliğinde büyük rol oynar. Bunlardan birkaç tanesini şöyle sıralayabiliriz:
Bilinen tüm sıvılar ısıları düştükçe büzüşür, hacim kaybederler. Hacim azalınca yoğunluk artar ve böylece soğuk olan kısımlar daha ağır hale gelir. Bu yüzden sıvı maddelerin katı halleri, sıvı hallerine göre daha ağırdır. Ama su, bilinen tüm sıvıların aksine, belirli bir ısıya (+ 4°C’ye) düşene kadar büzüşür, daha sonra birdenbire genleşmeye başlar. Donduğunda ise daha da genleşir. Bu nedenle suyun katı hali, sıvı halinden daha hafiftir. Yani buz, aslında “normal” fizik kurallarına göre suyun dibine batması gerekirken, su üstünde yüzer.
Suyun bu özelliği dünya üzerindeki denizler açısından çok önemlidir. Eğer bu özellik olmasa, yani buz suyun üzerinde yüzmese, dünya üzerindeki suyun çok büyük bir bölümü tamamen donacak, göllerde ve denizlerde hiçbir yaşam kalmayacaktı.
Buz eridiğinde ya da su buharlaştığında, etraftan ısı çekilir. Bunun tersi gerçekleştiğinde ise, dışarıya ısı verilir. Bu, “gizli ısı” olarak bilinen kavramdır. Tüm sıvıların gizli ısıları vardır. Ancak suyun gizli ısısı, bilinen tüm sıvıların en yükseği sayılabilir. Ayrıca suyun “termal kapasitesi”, yani suyun ısısını bir derece artırmak için gereken ısı miktarı, bilinen diğer sıvıların çok büyük bölümünden daha yüksektir.
Suyun gizli ısısının ve termal kapasitesinin diğer sıvılara göre çok yüksek olması da denizlerin karalara göre daha geç ısınıp daha geç soğumalarını sağlar. Bu nedenle Dünya’da kara üzerindeki ısı farklılıkları en sıcak yer ile en soğuk yer arasında 140°C’ye kadar çıkarken, denizlerin ısı farklılığı en fazla 15-20°C arasında değişir. Aynı durum gece-gündüz arasındaki ısı farkında da yaşanır. Karada gece ile gündüz arasındaki fark kurak ortamlarda 20-30°C’ye kadar çıkarken, denizlerde en fazla birkaç derecelik bir ısı farkı olur. Sırf denizler değil, atmosferdeki su buharı da çok büyük bir denge sağlamaktadır. Gece-gündüz arasındaki ısı farkının, su buharının çok az bulunduğu çöllerde çok fazla, deniz iklimi yaşayan yerlerde ise çok daha az olması, bunun bir sonucudur.
Bundan başka suyun termal iletkenliği, yani ısıyı iletebilme yeteneği de bilinen diğer herhangi bir sıvıdan en az dört kat daha yüksektir. Buzun ve karın termal iletkenlikleri ise düşüktür. Suyun bu özelliği de çok önemli bir işlev görmektedir. Buz, havadaki soğuğu, altındaki su tabakasına çok az iletir. Böylece dışarıdaki hava -50°C’yi bulsa bile, denizin üstündeki buz tabakası 1-2 metreyi geçmez. Foklar, penguenler ve diğer kutup hayvanları, bu sayede denizin üstündeki buzu delip alttaki suya ulaşabilirler.
Suyun bu kendine özgü termal özellikleri sayesinde, kış ile yaz ya da gece ile gündüz arasındaki sıcaklık farkı daima insanların ve diğer canlıların dayanabileceği bir sınırda kalmaktadır. Dünya üzerindeki su miktarı karalara oranla daha az olmuş olsaydı, gece ile gündüz sıcaklıkları arasındaki fark çok artacak, karaların büyük kısmı çöle dönecek ve yaşam imkansızlaşacak ya da en azından çok zorlaşacaktı. Okyanusların varlığını düşünelim. Okyanuslar güneş ışınlarını karadan daha az yansıtır, böylece karalardan daha fazla güneş enerjisi alır, ama bu ısıyı kendi içinde karalara göre daha dengeli biçimde dağıtır. Bu sayede okyanuslar daha sıcak olan ekvator bölgelerini serinleterek aşırı sıcak olmalarını, kutup bölgelerinin soğuk sularını da ısıtarak aşırı soğuk olmalarını ve bunun sonucunda da tamamen donmalarını engeller. Eğer böyle olmasa ne olurdu?

Su “Normal” Davransaydı Ne Olurdu?
Su “normal” davransaydı, tüm diğer sıvılar gibi onun da ısı kaybına paralel olarak yoğunluğu artsaydı, yani buz suyun dibine batsaydı ne olurdu?
Bu durumda okyanuslar, denizler ve göllerde, donma alttan başlayacaktı. Alltan başlayan donma, yüzeyde soğuğu kesecek bir buz tabakası olmadığı için, yukarı doğru devam edecekti. Böylece Dünya’daki göllerin, denizlerin ve okyanusların çok büyük bölümü dev birer buz kütlesi haline gelecekti. Denizlerin yüzeyinde sadece birkaç metrelik bir su tabakası kalacak ve hava sıcaklığı artsa bile, dipteki buz asla çözülmeyecekti. Böyle bir Dünya’nın denizlerinde hiçbir canlı yaşayamazdı. Denizlerin ölü olduğu bir ekolojik sistemde kara canlılarının varlığı da mümkün olamazdı. Kısacası Dünya, eğer su “normal” davransaydı, ölü bir gezegen olacaktı.
Suyun neden “normal” davranmadığı, yani 4°C’ye kadar büzüştükten sonra neden birdenbire genleşmeye başladığı ise, hiç kimsenin cevaplayamadığı bir sorudur.
Burada yalnızca birkaç tane örneği verilmiş olan suyun özellikleri, bu sıvının insan yaşamı için özel olarak yaratılmış olduğunu göstermektedir. Başka hiçbir gezegende böyle bir su kütlesinin olmaması, bunun sadece Dünya üzerinde bulunması elbette ki bir tesadüf değildir. İnsan yaşamı için özel olarak yaratılmış olan Dünya, yine özel olarak yaratılmış olan suyla canlandırılmıştır. Tüm canlılar için büyük bir nimet olarak suyu yaratan Allah’tır. Allah Vakıa Suresi’nde şöyle buyurmaktadır:

22 Ekim 2014 Çarşamba

Kıkırdak

Kıkırdak vücutta yarı taşıyıcı bir görev üstlenen hayvansal bir dokudur. Eklemlerde, kulakta, burunda, boğazda ve omurlar arası disklerde bulunur. Sert ve kaygan bir doku olan kıkırdak, eklem içerisinde yer alan kemik uçlarının üstünü kaplamaktadır. Bu sayede kemiklerin birbirleri üzerinde kaymasını kolaylaştırır ve sert bir darbe alındığında darbe azaltıcı olarak işlev görür.
İnsan vücudunda 3 farklı tip kıkırdak bulunmaktadır:
1. Hiyelin Kıkırdak ( Örn. Eklemlerde bulunan kıkırdak, burun direği, nefes borusu)
2. Elastik Kıkırdak (Örn. Kulak, burun, nefes borusu)
3. Fibröz Kıkırdak (Örn. Menisküs)
Farklı kıkırdak tipleri bulundukları bölgeye en uygun fonksiyonu gerçekleştirmek üzere küçük farklılıklar göstermektedir.
Kıkırdak temel olarak 2 bileşenden oluşmaktadır: su ve dokuya şekil ve fonksiyon sağlayan yapısal makromolekül iskelesi (matriks). Makriks yüksek derecede organizedir ve kollajenlerden, proteoglikanlardan ve kollajen olmayan proteinlerden oluşur. Su ve makromoleküler iskelenin etkileşimi dokuya mekanik özelliklerini ve dolayısıyla fonksiyonel özelliklerini verir. Kıkırdak dokunun %65-80’i sudan oluşur. Geri kalanı kollajenler ve proteoglikanlardır.
Kıkırdak dokuda bulunan matriks içerisine gömülü hücreler Kondrosit olarak adlandırılırlar. Bu hücreler matriksin sürekliliğini sağlamaktadır. Kıkırdak dokunun %1-2’si kondrosit hücrelerinden oluşmaktadır. Kondrositler mezenkimal orijinlidir ve ekstrasellüler matriks oluşumundan sorumludurlar.
Kıkırdak avasküler (damarsız), anöral (sinirsiz) ve alenfatik (lenfsiz) bir dokudur. Kondrositlerin beslenmesi difüzyon yolu ile gerçekleşir.
Kıkırdak çok organize bir yapıdır. Bu özelliği, yaralanma ve kayıplarda yenilenmesini zorlaştırır. Bu karmaşık sistemin herhangi bir bölümünde oluşan hasar, kıkırdağın fonksiyonlarının bozulmasına yol açar.

15 Ekim 2014 Çarşamba

Gül

Gül, alımlı güzelliğinden çok büyüleyici kokusuyla yüzyıllardır bütün çiçeklerin sultanı sayılmıştır. Bütün dünya edebiyatında, özellikle Divan şiirinde üzerine en çok şiir yazılan çiçek güldür. Şairlerin gözünde kusursuz güzelliğin, sevginin ve çok çabuk solduğu için zamansız yitirilen mutluluğun simgesi olagelmiştir.
Gülgiller (Rosaceae) familyasının Rosa cinsinden olan güllerin, doğada kendiliğinden yetişen 100 kadar türü vardır. Kuzey yarıkürenin hemen her yanında bulunan bu türlervurmak olan füzelerdir. Kısa menzilli topçu roketleri, gemiden gemiye atılan füzeler ve tanksavar füzeleri de karadan karaya atılan füzeler arasında sayılır. Karadan karaya atılanlar yanında, karadan havaya, havadan karaya ve havadan havaya atılan güdümlü füzeler de vardır.
Karadan havaya atılan füzeler düşman uçak ve füzelerini izleyip yok etmek için tasarlanmıştır. Çoğu radarla yönlendirilen bu füzelerden bazıları tek bir askerin taşıyıp ateşleyebileceği kadar küçüktür.
Havadan karaya atılan füzeler, II. Dünya Savaşı'nda uçaklardan fırlatılan güdümsüz füzelerin geliştirilmiş türleridir. II. Dünya Savaşı'nda gemilere karşı, radyo dalgalarıyla yönlendirilen bombalar da kullanılmıştı. Günümüzde geliştirilmiş olan birçok havadan karaya füze türü arasında güdümlü bombalar ve Fransızlar'm Exocef\ gibi deniz yüzeyinin hemen üzerinden giden füzeler de vardır.
Havadan havaya füzeler uçaktan uçağa fırlatılır; bu füzeler 1950'lere kadar savaş den çoğunun anayurdu Asya'dır. Renk renk, büyüklü küçüklü, yalın ya da katmerli çiçekler açan görkemli bahçe gülleri de uzun melezleme çalışmalarıyla bu yaban güllerinden türetilmiştir. Anadolu'da doğal olarak yetişen 25 kadar türden en yaygını, bütün Avrupa'da da orman ve yol kenarlarında dikenli çitler oluşturan yabani gül ya da yaban gülüdür {Rosa canına). Çok açık pembe ya da beyaz çiçekler açan, 23 metre yüksekliğindeki bu sarkık dallı ve dikenli çalının, hatta bütün yaban güllerinin meyveleri kuşburnu adıyla bilinir. Zengin bir C vitamini kaynağı olan bu küçük kırmızı meyveler çiğ olarak yenmez, daha çok marmelat yapılarak tüketilir.
Yabani güllerin çoğu, dikenli dallarıyla ağaçlara ya da bayırlara tırmanarak yükselen sarılıcı bitkilerdir. Ama besin açısından yoksul, kumlu topraklarda yetişen türler çok yayılamadıkları için genellikle kısa boylu, dikenli bir çalı görünümünü alır. Bitkinin tohumları, yumurta biçimindeki etlice bir meyvenin (kuşburnunun) içindedir. Yabani türlerde bu meyvelerin açılmasıyla toprağa düşen tohumlar çimlenir ve doğal olarak aynı türün bütün özelliklerini taşıyan yeni bir gül çalısı gelişir. Bu üreme biçimiyle, her türün kendine özgü özelliklerini bütün kuşaklar boyunca koruması gerekirdi. Oysa var olan ilk türlerin birçok özelliği yüzyıllar boyunca giderek değişmiş ve yeni melez türler ortaya çıkmıştır. Bunun nedeni genellikle arıların bir türden aldıkları çiçektozlarını başka bir türe taşıyarak türler arasında çapraz döllenmeye yol açmalarıdır.
Yabani türlerden çok değişik özellikteki bahçe gülleri de hem doğada kendiliğinden gerçekleşen, hem de gül yetiştiricilerince uygulanan bu çapraz döllenmenin ürünüdür. Bu uğraşılar sonucunda, büyük çiçekli çalı tipi güllerin "çardak gülü" ya da "asma gülü" denen tırmanıcı ve sarılıcı çeşitleri elde edilmiştir. Örneğin İran'dan Himalaya Dağları' na kadar uzanan bölgenin yerli türlerinden biri olan misk gülü (Rosa moschata), çok güzel kokulu sarımsı beyaz çiçekler açan tırmanıcı bir bitkidir. Bu gül 16. yüzyılda Avrupa'ya götürülerek, Çin'in orta bölgelerinde kendiliğinden yetişen ve koyu kırmızı, pembe ya da beyaz çiçekleri hazirandan eylüle kadar dallardan hiç eksilmeyen başka bir yaban gülüyle çaprazlanmıştır. Bu iki doğal türün melezi bugün çok sevilen bir süs bitkisidir. Çünkü türlerin birinden güzel kokusunu, öbüründen de bütün yaz boyunca top top beyaz ya da pembe çiçekler açma özelliğini almıştır.
Bahçe gülleri çelikleme yöntemiyle, yani bitkiden (genellikle dallardan) kesilen ve çelik denen parçaların toprağa dikilmesiyle çoğaltılır. Eğer yaban güllerinin çeliğinden büyüyen fidanlara nitelikli güllerden aşılama yapılırsa, iri, katmerli ve kokulu renk renk çiçekler açan bahçe gülleri elde edilebilir. Bütün güller bol besinli, kuwetli toprakları ve rüzgârdan korunmuş güneşli yerleri sever. Uygulanacak budamanın sıklığı ve yöntemi ise her çeşit için farklıdır.
Türkiye'de süs bitkisi olarak çok yetiştirilen ve birçok melezin anacı olan başlıca gül türleri beyaz gül (Rosa alba),kırmızı çiçekli frenk gülü (Rosa gallica) ve pembe renkli, iri, katmerli çiçekler açan okka gülü ya da sadberk gülüdür (Rosa centifolia). Hoş kokulu gül reçeli ve şurubu genellikle sadberk gülünün ya da melezlerinin çiçeklerinden yapılır. Ama ekonomik açıdan en önemli tür, çiçeklerinden gülyağı elde edilen İsparta gülü ya da yağ gülüdür (Rosa damascena). Beyaz ve kırmızı çiçekli çeşitleri olan bu gülün anayurdu Suriye, özellikle Şam yöresidir; bu yüzden Şam gülü olarak da bilinir. Anadolu'da da kendiliğinden yetişen yağ gülünün taze taçyapraklarının buharla damıtılmasıyla elde edilen gülyağı, parfüm sanayisinin temel hammaddelerinden olan uçucu bir yağdır. Genellikle 3.5004.000 kg gül yaprağından 1 kg gülyağı elde edilir. Verimi yağ gülü kadar yüksek olmamakla birlikte, kırmızı frenk gülü ile sadberk gülünün çiçeklerinden de gülyağı damıtılır. Damıtma sırasında yan ürün olarak elde edilen gülsuyu da eczacılıkta ve kozmetik sanayisinde kullanılan, gül kokusunda renksiz bir sıvıdır. Türkiye, özellikle İsparta ve Burdur illerimizde yoğunlaşmış olan gülyağı üretiminde dünyada ikinci sırayı alır. Ama, kimyasal bireşim (sentez) yoluyla yapay koku maddeleri üretiminin giderek artması nedeniyle gülyağı üretimi eski önemini yitirmektedir.
Gerçek güllerle hiçbir yakınlıkları olmadığı halde adlarına "gül" sözcüğü yakıştırılan pek çok bitki vardır. Örneğin çingülü ile gülhatmi ebegümecigillerden, gülibrişim, çobangülü ve üçgül baklagillerden, ormangülü ise fundagillerden bir bitkidir. Böcekleri tuzağına düşürerek sindiren böcekçil bir bitki de güneşgülü adıyla tanınır.

10 Ekim 2014 Cuma

Çikolata

Çikolata, mutluluk.. Tanıdık geliyor değil mi size de? Malum çikolata Seratonin hormonunun salgısını arttırıyor ve mutluluk duygusu hissettiriyor. Aynı zamanda çok romantik bir tatlı. Bu romantik tatlıyı sizde evinizde denemeye ne dersiniz.
Evde nasıl çikolata yaparız sorusunun cevabına geçmeden kakaoyla ilgili çok önemli bir bilgi vermek istiyorum. Özellikle siyah üzümde bol miktarda bulunan Resveratrol maddesi kakaoda da bulunuyor. Bu madde özellikle beyin ve sinir sistemi üzerinde çok etkili ve çok kuvvetli bir antioksidan. DNA hasarlarına engel oluyor, karaciğeri koruyor ve damar sertliğine engel oluyor.
Evde eğlenceli olabilecek çikolata yapımı için sabırsızlanıyorsanız, tarifine geçebiliriz.
Evde çikolata yaparken Kuvartür çikolata kullanıp hızlı bir sonuç alabilirsiniz. Kuvartür çikolata kullanmayıp kendi çikolatanızı yapmak istiyorsanız da şu tarifi uygulayabilirsiniz;
  • 150 gr. Kakao yağı
  • 75. gr pudra şekeri ( 1 çay bardağından bir miktar daha az )
  • Bitter tadını yakalamak için 6 yemek kaşığı kakao, normal çikolata için 3 yemek kaşığı kakao
Kakao yağını eritin, üzerine pudra şekerini ilave edin, kakaoyu da ekledikten sonra hızlıca çırpın ve pürüzsüz bir görüntü elde ettiğinizde ocağı kapatın.
İstediğiniz kalınlığa uygun bir kabın tabanına yağlı kağıt koyup karışımı üzerine boşaltın ve buzdolabında donmaya bırakın.
Donduktan sonra parçalara ayırıp servis yapın.
Gördüğünüz gibi bu bahsettiğim tarif gayet basit ancak çikolata yapmanın ince bir iş olduğunu da unutmamak gerekir.
Farklı tatlarda çikolata yapmayı öğrenmek için çikolata yapım atölyesine katılarak, işin inceliklerini öğrenmenizde yarar var.
Şimdi hazırladığınız çikolata ya da kuvertür çikolata kullanarak neler yapabileceğimize bir göz atalım.
Çikolatanın kullanacağınız iç malzemenin ( meyve, yemiş vb. ) üzerinden ya da kalıplardan akıp gitmemesi için en az %70 kakao yağı barındırması gerekiyor ve paket çikolatalar bu oranı korumamaktadır.
Öncelikle kullanacağınız çikolatanın ısısını çok iyi dengelemeniz gerekiyor. Yani eritip, soğutup tekrar ısıtmanız işlemini yapmalısınız ve bu işlem “temperlemek” olarak anılır. Peki neden? Temperlenmemiş bir çikolata kullanırsanız üzerinde gri tonlarda çizgiler oluşabilir, çikolatanız mat bir görüntü kazanır ve yediğinizde ağzınıda kum gibi bir tat bırakır. Temperlenmiş çikolata ise tam aksine daha parlaktır; yediğinizde ağızda eriyen ve düzgün bir tat bırakır.
Teknik olarak temperleme yapmak için bir şeker derecesine ihtiyacınız var.
Çikolatayı eritin (ısısını 40-45 dereceye kadar çıkarın)
Çikolatayı soğutun (ısısını 27 dereceye düşürün)
Çikolatayı tekrar ısıtın (ısısını 30 dereceye çıkarın)
Eğer bir şeker dereceniz yoksa biraz daha göz kararı bir temperleme yapacaksınız anlamına geliyor.
Çikolata nasıl “temperlenir”?
  • Çikolatayı benmari usulü eritin, akabinde buz banyosu yaptırın. Buzlu su koyduğunuz büyük bir kabın üzerine çikolatayı erittiğiniz kabı koyarsınız ve karıştırarak soğutursunuz. Daha sonra soğuttuğunuz çikolatayı tekrar karıştırarak hafifçe ısıtın.
  • Çikolatanızın içinde topaklanmalar, beyaz noktacıklar yoksa, akışkan ve parlak bir kıvamdaysa temperleme başarılı olmuş demektir.
Çikolatanız şimdi farklı tatlarla değişime uğramaya hazır!
Bir miktar kuru yemişi ( fındık, fıstık, badem vs. ) teflon tavada hafifçe kavurun. Hafifçe anlayışımız; kokularının bir miktar dışarıya çıkması. Eriyen çikolatanızın içine istediğiniz miktarda kavrulmuş yemiş ekleyin ve iyice karıştırın. Buradaki en önemli nokta tüm yemişlerin iyice çikolataya bulanmış olması. Çikolatalı yemişlerden istediğiniz büyüklükte parçalar koparın ve ellerinizle şekil verin. Yağlı kağıt serilmiş bir tepsiye koyarak buzdolabında donmaya bırakın.
Unutmadan, temperlediğiniz bu çikolataya çubuklara/çöpşişlere sapladığınız meyveleri batırıp kendi meyve sepetinizi de yaratabilirsiniz.

7 Ekim 2014 Salı

Mantar

Mantarlar ( Latince: Fungi), çok hücreli[1] ve tek hücreli[1] olabilen ökaryotik[2] canlıları kapsayan bir canlılar alemi ve şapkalı mantarların tümüne halk arasında verilen genel addır.
Halk arasında Küf mantarı, Pas mantarı, Rastık mantarı, Maya mantarı, Mildiyö mantarı, Şapkalı mantar, Kav mantarı, Puf mantarı gibi çeşitli isimlerle anılan bütün mantarlar, mantarlar (Fungi) alemi içerisinde incelenirler. Latince Fungi mantarlar, Fungus ise mantar anlamındadır.
Dünyanın her yerinde bulunurlar. Fazla nemli yerlerde daha çokturlar. Yeryüzünde 1,5 milyon kadar mantar türü olduğu düşünülmekte ise de günümüzde sadece 69.000[3] kadar türü tanımlanmıştır. Çoğu insan, mantarların bitki olduğunu düşünmektedir, ancak mantarlar bitki değildir. Çünkü, mantarlar kendi besinlerini üretemezler. Bu yüzden mantarlar üretici değil, ayrıştırıcıdırlar.


Tarihçesi[değiştir | kaynağı değiştir]

Mantarlarla ilgili sistematik çalışmalar 250 yıllık bir geçmişe dayansa da, bazılarının özellikleri yüzyıllardır bilinmektedir.[3] Ekmek hamurunun kabartılmasında, şarap yapımında insanlık tarihinde hep kullanılmışlardır. Meksika ve Guatemala halkları bazı halüsinojenik mantarları dini ve mitolojik törenlerde kullanmışlardır.[3] Yine bazı mantarlar Kuzey Amerika yerlileri ve Çinliler tarafından tıbbi amaçla kullanılmışlardır.[3][4] Şapkalı mantarların ilk olarak Proterozoik Çağ’da (4 milyar – 570 milyon yıl önce) ortaya çıktıkları düşünülüyor. İnsanların şapkalı mantarları kullanımıysa paleolitik döneme (yontma taş çağına) değin uzanır. Tarihsel kayıtlar, şapkalı mantarların pek de iyi niyetleri olmayan amaçlar için kullanıldıklarını ortaya koymaktadır. II. Claudius ve Papa VII. Clement’in düşmanları tarafından zehirli bir mantar türü olan Amanita’yla zehirlendiği yazılmıştır. Bir efsaneye göre de Buddha, bir köylünün ona sunduğu, toprak altında yetişen bir mantarı yediği için ölmüştür.

Üremeleri[değiştir | kaynağı değiştir]

Mantarlar eşeyli üreme ve eşeysiz üremeyle çoğalırlar.[2]. Her iki durumda da spor oluştururlar. Sporlar "humenium" adı verilen yapılarda meydana gelir. Eşeyli üremeleri iki haploid hücrenin birleşmesini içerir. Toprağa dökülen sporlar rüzgarla ya da böceklerle çevreye dağılır ve toprakta yıllarca yaşayabilir. Mantarlar nemli ortamlarda gelişirler, bu nedenle yağmurlardan sonra topraktaki sporlar çimlenerek mantarları oluştururlar. Tek hücreli mantarlar ise tomurcuklanarak çoğalabilirler. Suda yaşayanlarda eşeysiz üreme daha hareket organeli ( yani flagellum) bulunan zoosporlar ile olur.
Yaşam döngülerinde iki safha bulunmaktadır. Bunlar:
  • Somatik safha ; mantarın beslenme ve besinsel aktivitelerini yerine getirdiği safha,
  • Üreme safhası ; sporların üretimi, somatik yapıların diğer üreme yapılarında kullanıldığı safha.
Üç değişik somatik yapı görülebilir. Bunlar;
  • Plasmodium ya da pseudoplasmodium denilen çok nukleuslu bir yapı,
  • Bir hücereden ibaret bir yapı,
  • Hifsi bir yapıdadırlar.
  • Hifler, renksiz, ince, uzun iplikler olup yan yana gelerek miselyum adı verilen dokuyu miselyumlarda tallus adı verilen yapıyı oluşturur...
Mantarların yaşam döngüsü her şekilde spor oluşumuyla sonuçlanan eşeyli ve eşeysiz üremeyi kapsamaktadır. Hem eşeyli hem eşeysiz üreme safhalarını içeren tüm yaşam döngüsü "holomorf" diye bilinir. Eşeysiz üreme sporları ve ilgili üreme yapılarının gözlendiği evre "anamorf" (imperfect) evredir. Eşeyli üreme yapılarının gözlendiği evre ise "telemorf" (perfect) evre adını alır.

Önemleri[değiştir | kaynağı değiştir]

Mantarlar insanlık tarihi açısından büyük öneme sahiptirler. Ekosistemin önemli parçalarıdır. Son 2 milyar yıldır bitki ve hayvansal yapıları çürüttükleri bilinmektedir. Bu yapılardaki elementlerin serbest bırakılmaları mantarlar tarafından sağlanır. Orman ekosistemlerinde karbondioksit salınımı gerçekleştirmektedirler. Ayrıca toprağın yapısını bitki gelişimi için uygun hale getirirler. "Mikoriza[5]" denilen ortaklıklar oluşturarak bitkilerin köklerine tutunurlar ve bitki köklerinden karbonhidrat alırlar, bu sırada bitkide mantarın hifleri yardımı ile topraktan su ve suda çözünen tuzları emer[6]. Bazı eklembacaklı türlerinde "mycangium" denen yapılar olarak bulunurlar ve selüloz sindirimine yardımcı olurlar.
Mantarlar nemli olan her yerde yetişebilirler.
Alglerle birleşerek ekosistem için çok önemli olan likenleri oluştururlar[2]. Bazı parazitik mantarlardan tarım zararlıları ve hastalıklarıyla biyolojik mücadelede yaralanılmaktadır. Bazı marketlerde "Collego" adıyla satılan ürün, yabancı otlarla mücadelede kullanılan Colletotrichum gloeosporoides türünden elde edilen bir mikoherbisitdir.
Gerçek mantarlardan olan mayalar, fırıncılık ve fermantasyon endüstrisinin temelini oluştururlar. Alkollü içki endüstrisinin temelini de mantarlar oluşturmaktadır. Bununla beraber, sitrik asidin endüstriyel olarak üretilmesinde ve bazı peynir tiplerinin hazırlanmasında da (rokufor, gorgonzola, kamembert gibi) kullanılırlar. Penisilin gibi birçok yararlı antibiyotiğin, thiamin, biyotin, riboflavin gibi bazı vitaminlerin; ergotamin, kortizon gibi önemli ilaçların kullanılmasında yine mantarlardan yaralanılmaktadır. Amilaz, pektolaz gibi enzimler; gibberellin gibi bazı hormonlar[7] da mantarlardan yararlanılarak üretilmektedir. Ayrıca genetik çalışmalarda kullanılan Neurospora cinsi yine bir mantardır.
Mantarlardan insanların çeşitli amaçlarla yararlandıkları cinslerden bazıları; fermantasyon yaparak alkollü içkilerin hazırlanmasında ve ekmek yapımında kullanılan Saccharomyces[5] türleri, antibiyotik eldesinde kullanılan Penicillium türleri ve ergot alkaloidlerinin elde edildiği Claviceps purpureadır[5][8].

Yetiştiriciliği[değiştir | kaynağı değiştir]

Ustilago maydis mantarı Şili gibi bazı ülkelerde mısır bitkisinde yetiştirilir ve gıda olarak kullanılır.
Avrupa, Amerika, Çin ve Japonya'da gıda olarak mantar yetiştirme bir endüstri halini almıştır. Çin'de mantar yetiştiriliciği 600 yıl öncesine kadar dayanır. Avrupa'da ise1650'li yıllarda Fransa'da kültür mantarı yetiştiriciliği başlamıştır. Şili gibi bazı Güney Amerika ülkelerinde Aztekler zamanından beri bilinen mısır rastığı (Ustilago maydis), bazı mısır tarlaları özellikle bu mantar ile enfekte edilerek üretimi yapılmakta ve yenilmektedir. Mantarlar gelişmek için; nem, sıcaklık, 4-7 arası pH, oksijen, az miktarda ışığa ihtiyaç duyarlar.

Zararları ve zehirlenme[değiştir | kaynağı değiştir]

Mantarlar bitkilerde çoğunlukla hastalığa neden olurlar.
Birçok yabani mantar doğadan toplanıp yenebilir ve çoğunun kültür türlerinden daha lezzetli olduğu söylenir. Fakat doğal yetişmiş mantarları toplayan kişi bu konuda uzman olmadığı takdirde zehirlenme ve ölümlerle karşılaşılabilir. Çünkü bazı mantarların çok küçük bir miktarı bile insanı öldürecek kadar zehirlidir. Zehirli mantarları zehirsizlerden ayırmak için genel bir kural yoktur.
Yenebilen ve zehirli, mantarlar yan yana yetişebilirler. Bazı yenebilen ve zehirli türler birbirine o kadar benzer ki bunu ancak bir mantarbilimci ayırt edebilir. Zehirli mantarların tadı yenebilen mantarlarınkinden farklı değildir. Etinin rengi, kokusu ve tadı ile bir mantarın zehirli olup olmadığı anlaşılamaz.
Mantarların insan ve hayvanlarda oluşturduğu hastalıklara genel anlamıyla "mikoz" denir[9]. Tropikal ülkelerde mikozlar yaygındır[3]. AIDS, kanser, şeker hastalıkları, organ nakli gibi durumlarda doğal veya yapay olarak bağışıklık sistemi baskılandığı için mantar enfeksiyonları ortaya çıkabilir[10]. Mantar sporları havaya karışarak insanda alerji ve astıma sebep olabilirler. Bitkilerde parazitik mantarlar hastalıklara neden olurlar. Bazı mantar türleri bitkiler üstünde yaşar ve besinini bitkilerden sağlar. Bitki öldüğündeyse kendi besinini üreterek yaşamını sürdürür. Özellikle tek cins ürüne dayalı tarımda (patates, pirinç gibi) büyük kayıplara yol açabilirler. Örneğin 1840'lı yıllarda İrlanda'da baş gösteren kıtlığa patates mildiyösü (Phytophthora infestans) neden olmuştur. Bu felaketten dolayı bir milyondan fazla insan ölmüştür. 1943'de ise Bengaldeş'de Helminthosporium oryzae diye bilinen tür, pirinç ürününü yok ederek kıtlığa neden olmuştur[3].
Ayrıca, mantarlar hakkındaki yanlış inançlar da zehirlenme olaylarını arttırıcı etki yapar. Zehirli mantarları salyangozların yemediği, ağaçlarda yetişen mantarların zehirsiz olduğu, mantarı yoğurtla yemenin zehirlenmeyi önlediği, zehirli mantarların iç kısmının koparılınca mavileştiği ve kurutulmuş mantarların zehirlemediği gibi bilgiler yanlıştır. Bu bilgilere güvenerek mantar yemek kesinlikle doğru değildir.
Mantarlar, ılıman iklimlerde elbiselerin, kameraların, teleskopların, mikroskopların ve diğer optik malzemelerin küflenerek zarar görmesine neden olurlar. Petrol ürünleri, deri gibi organik maddeler de mantarların besin olarak kullandığı ürünlerdir. Çürükçül mantarlar aynı zamanda tomruk ve kerestelerin, ağaçtan yapılmış eşyaların çürüyerek kullanılamaz hale gelmesinden de sorumludurlar. Ayrıca evlerde, marketlerde besinleri bozarak milyarlarca dolarlık zarara neden olurlar. Gıdalarda oluşturdukları mikotoksinlerle[7] toksik zehirlenmeler yol açabilirler. Özellikle okratoksinler[8] ve aflatoksinler, böbreklerde ve karaciğerde hasarlara neden olurlar. "Çavdar mahmuzu" diye bilinen mantar, çavdarın ununa karışıp yenmesiyle ergotizm[11][12] denilen hastalığa neden olmaktadır. Bu hastalık hayvanlarda ve insanlarda yavru düşüklüğüne neden olmakta ve ölümlerede yol açabilmektedir. Bazı mikotoksik mantarlar Vietnam ve Afganistan'da biyolojik silah olarak kullanılmıştır